AVA GİDEN AVLANIR
Sabah erkenden annem yaptığı sıcacık tarhana çorbasını içerek güne başladım. Kıtır kıtır lahana turşusu ile birlikte ne kadar da lezzetli geldi karlı kış gününde bu sıcacık çorba bana. İçim ısındı. Peçkaya odun atarken “Çok sıkı giyin üşütmeyesin!” diye tembih üstüne tembih etti annem. O anda dışarının soğuğunu daha az göreyim diye sobanın sıcaklığını gözlerime yükledim. Ellerimle peçkadan topladığım sıcaklığı, avucumda saklayıp yolda hohlayarak sıcaklığın ömrünü uzatmayı düşlemiştim biraz da. Annem, babama yaptığı gibi “rast gele!” diyerek evin porta kapısından uğurladı beni de o sabah. Belimde fişekler, sırtımda çifte ile bastıkça gıcır gıcır ses çıkaran karların üzerinde yürüyerek ayrıldım evden. 1985 Şubat’ıydı. Fakültede son sınıftaydım ve bir dönem kalmıştı mezuniyetime. Sömestİr tatili münasebetiyle gelmiştim köyüme ama karakışa yakalanmıştım. Son yılların en çetin kışı yaşanıyordu yöremizde. Babam o zamanlar köyün en namlı avcılarındandı. Kurt avlama konusundaki başarısından dolayı köylüler ona “Kurtçu Hüseyin” lakabını takmışlardı . O zamanlar köyde hemen hemen her aile koyun beslerdi. Koyunlara gelen kurtları avladığı için baban köylünün gözünde kahraman avcıydı. O sabah Enver amcamın kahvesinde Hikmet’i beklerken içinde sigara dumanları dolaşan son çayımı da yudumladım. Biraz sonra Hikmet geldi ve birlikte kahveden ayrıldık. Şorlak yanından Karaağaç’a oradan da Kavakçeşme’ye doğru yola koyulduk. Hava çok soğuktu, kar içimize yağıyordu sanki. Rüzgârın savurduğu karlarla birlikte Kavakçeşme’ye doğru ilerlerken geçip giden yıllarımı sorgulamak istercesine tepelerden arkama döne döne köyüme baktım birkaç kez. Çocukluk günlerimi geçirdim aklımdan. Kar, bir durup bir yağardı. Biraz sonra kar dinmişti ama tüm dereler buz tutmuştu. Dereden geçerken köprüden değil de buz tutmuş derenin en dar yerinde karşıya geçtim. Rüzgâr nasıl da keskin esiyordu. Kara gömülen botlarımın çıkardığı ses, bir ölünün üstüne basmışçasına ürpertti beni. Bilinmemesi gereken gizli bilgilere istemeden ulaşan biri gibi, bir türlü alışamadığım o tanımsız korkunun soğuk kollarına düştüm sanki. Dünyanın bütün ölülerini örten bir kefenin üzerinde yürür gibiydim. Ayaklarım çok üşüdü. En çok üşüyen yerimin ayaklarım olduğunu söyleyemedim Hikmet’e. Meşhur avcıların çocukları da babaları gibi soğuğa dayanıklı olmalıydılar. Hikmet ne bu derece üşüdüğümü ne de kurtlardan bu denli korktuğumu biliyordu . Kurtçunun oğluydum ama kurtların benden intikam almalarından ve bana saldırmalarından çok korkuyordum.Ne var ki bunu Hikmet’e söyleyemiyordum. Birbirine sokulmuş ağaçlarla çalıların karanlık kuytuları kurtlarla doluydu sanki. Kardaki izlerimizin parlak gözlü ve sivri dişli aç bir kurda dönüşeceği korkusunu yaşadıkça tüfeğime daha bir sıkı sarılıyordum. Donacak olursak bizi karla ya da buzla ovacaklardı. Bunu düşündükçe daha çok üşüyüp azgın bir tipiye yakalanmışçasına ürperiyordum. Kar her tarafı beyaz bir çarşaf gibi örtmüştü. Hava çelik bir ustura gibi keskindi. İçime bir titreme gelse de Hikmet’e belli etmeden yürüyordum. Bir ara bir yaban ördek sürüsü geçti yakınımızdan ama atış mesafesinden uzaktaydı. Tüfeğimi kaldırdım fakat ateş etmedim, çünkü hedef epeyce uzaktaydı.
Hikmet:
— Yine geçerler , hem de daha yakınımızdan geçerler dayı merak etme, dedi.
Bir daha aynı şekilde grup halinde geçen ne yaban ördeği gördük ne de kaz. Belki az ileride çukurdaki ağaçların etrafına konmuşlardır diye düşündük ama orada da bir şey bulamadık . “Belki az ileride dere yatağında önümüze çıkarlar.” diye sayıkladık ama nerede?
Dere çukurlarına girdikçe korku da girdi yüreğime ama korkumu hafifletmek için her canlının benim gibi korktuğunu düşünmeye başladım. Arkama baktıkça ve kapanmamış izleri gördükçe kurtlar bu izi takip eder mi yoksa bu izleri görünce kaçar mı acaba bilemedim. İçimden geçenleri bir sezen olur diye korkuyordum. Köyümüzün en namlı avcıları Fikret Gültekin, Nurettin Aksu, Feyzullah Aydın ve babam Hüseyin Balım’dı. Meşhur Kurtçu Hüseyin’in oğlu kurttan korkuyormuş dedirtmemeliydim kendime. Tüm korkularımı içime gömüp gün boyunca köy meralarında ve karla örtülü tarlalarında gezindik. Hiç fişek yakmamışsın demesinler diye, iş olsun diye birkaç yere ateş ettim ama av adına bir şeyler vuramadan akşamı yapmıştım. Nasıl olduysa bir anda kendimizi köy mezarlığının kenarında bulduk. Biraz sonra da Kaynakkarşısı’ndan ve Yangın Mahallesi’nden evimize zar zor attım kendimi. Hikmet de Pomak Mahallesi yolunu tuttu. Hava kararmak üzereydi. Gün boyunca karda kışta gezmek biraz hesapsız kitapsız bir işti benim için ama olan olmuştu bir defa. Bahçe kapısını açıp merdivenlerden hayata süzüldüm.Üzerimi silkeledim ve buz gibi olmuş botlarımı çıkardım. Yün çoraplar sanki derime yapışmıştı. Üzerimdeki karları son kez hayata silkeleyip hemen içeriye girip tüfeği ve fişekleri yerine asarak peçkanın karşısına geçtim. Odada peçkanın çıtırtısından ve üstündeki güğümün iniltisinden başka ses yoktu. Dizimi kırıp, peçkanın dibindeki pöstekiye oturdum. “Anne ben çok üşüdüm galiba.” dedim. Annem bana bakarken, oda dilini yutmuş gibi sessizdi.
Annem:
—Oğlum, yemekten sonra bir “Gripin” iç, için ısınsın. Sen belli ki çok üşütmüşsün yavrum, hemen yatağa uzan da üzerine bir yorgan örteyim, dedi. Dedi demesine ama ben o günden sonra dört gün dört gece yatağımdan kalkamadım. Dört gün boyunca beni kâh sıtma tuttu kâh terledim o süre zarfında öldüm öldüm dirildim. O derece üşütmüşüm. O hastalık çok korkuttu beni. O günden sonra bir daha ne ava gittim ne de elime tüfek aldım.